30 Temmuz 2005
küçüklüğümden beri kendimden son derece emin bir şekilde birisi bana "seni seviyorum." dediğinde cevap olarak hemen "biliyorum." diyeceğimi düşünürdüm. meğerse son iki haftada izlenilen fazlaca the o.c. ve amerikan gençliği becerisizlikleri kanıma o kadar çok işlemiş ki, cevap olarak "teşekkür ederim." kalıbını tercih ettim. şahsi tarihim adına hayallerimin yıkıldığını belirtmek isterim.
23 Temmuz 2005
bütün itirazlara rağmen, biraz nezaketen biraz da eğlenceli bir şeyler yapmış olmak için meşhur "the cook blogger next door" anketimsisi;

ilk mutfak maceran neydi? neler hatırlıyorsun?
sigara böreği için hazırlanmış çiğ hamurları aşırıp yerken annem mutfakta basmıştı beni. sonra da ağzıma karabiber sürdü. ilk maceram bu olsa gerek. hiç iyi duygular beslemiyorum bu maceraya, zira "ağzına biber sürerim" lafının sadece blöf olduğunu zannederken birden gerçekleşmesi korkunç bir deneyim olmuştu.

yemek yapma stilini en çok etkileyen kimdi?
anneannem. aynı anda 5 yemek pişirebilme kapasitesine sahip, multi-fonksiyonel insan. bir yandan kabak oyar, bir yandan hamur hazırlayıp kurabiye pişirir, öbür tencerede fokurdayan çorba olur. bi bakarsınız tezgahta da bir zeytinyağlı dolaba girmek için bekliyordur. ve nasılsa hepsi mükemmel olur.

yemeğe ve yemek dünyasına olan ilgini kanıtlayan bir resmin var mı? bize göstermek ister misin?
yemek işini ne kadar ciddiye aldığımı gösteren bir iki fotoğraf.

mutfakta kendisine karşı fobin olan birsey var mı? yaparken seni/avuçlarını terleten bir yemek mesela?
aslında her yemek korkutuyor beni çünkü başında beklemek, ölçüyü kaçırmamak, televizyona dalıp altını yakmamak gerekiyor. yine de en çok gerginliği kek yaşatıyor sanırım kabardı mı kabaracak mı diye beklerken.

mutfakta hangi yardımcını vazgeçilmez buluyorsun? alıpta cok gereksiz bulduğun nedir mutfakta?
kocaman eldivenlerin hastasıyım çünkü asla kapak veya kulp gibi şeyleri tutmayı beceremiyorum. ya çok sıcak olduklarından korkuyorum ya da bir şekilde kayıp düşüyorlar. gereksiz olan da annemin bin bir şevkle aldığı yoğurt yapma makinası.

bir kaç garip belki de komik yemek ceşidi söyle, senin cok sevdiğin ama senden başka kimsenin sevmeyeceğini düşündüğün bir yemek:
üzüm veya elmaları yoğurdun içine doğrayıp, ekmek içlerini de ufak ufak parçalayarak koyduğum yemek sonrası meyve/tatlı çeşidi. gören herkes şaşırdığına göre garip bir yemek olabilir. bir de ekmeğin üstüne limon sıkıp ve tuz ekerek kanepeler yapardık küçükken, o da garip kaçabilir. kuzenimden başka seven de çıkmadı onu.

hangi 3 malzemeden veya yemekten vazgeçemezsin?
zeytinyağlı fasülye, imambayıldı ve fesleğen. bonus olarak ızgara balık (mümkünse üstünde soğan ve domates dilimleri de olsun).


en çok sevdiğin dondurma çeşidi…

karadut, limon. yeni favorim algida twister.

asla yemeği düşünmediğin şey…
mısır gevreği, her yediğimde kustuğum için.

özel bir yemeğin/ spesiyalin var mı?
içine evde bulduğum bilimum otları çöpleri sosları atıp yaptığım herhangi bir makarna veya omlet. bir daha aynısını yemek kısmet olmadı daha kimseye.

seni ebeleyen aşçı:
visualghetto beyler.

ebelediğin aşçı:
aşçılardan bir demet sunuyorum; cemshid, schizo, bir de acemi aşçılardan aptal. aslında hiç utanmadan 3yanlış'ı da ebelemek isterdim ama bana kötü davranırlar diye korkuyorum.
21 Temmuz 2005
caz festivalini hayırlısıyla bitirmiş bulunuyoruz. hatta iksv gazetelerde teşekkür ilanlarını bile yayınladı. toplamda 2 konsere gitmiş olsam bile, jamie cullum konserini festivalin en iyi performansı seçiyorum. tori amos hastaları ve steps ahead'de çılgınlar gibi eğlendiklerini söyleyenlerden de özür dilerim ama ben hayatımda böyle bir insan görmedim. muhtemelen 1.60 boylarında, darmadağın saçları, düştü düşecek şekilde duran pantolonu (the chino pants), piyano başında oturuşu, koşuşu, zıplayışı, hoplayışı ve tabii ki şarkılarıyla sepetçiler kasrı'nın ağır havasını ezdi geçti. konser boyunca oturmaya yemin etmiş olan "ağır caz seyircisi", ellerinde arada dolaşan garsonların servis ettiği şarap, viski ve diğer "refreshment"larıyla kasım kasım kasıldı. neyse ki gitti zannedip herkesin ayağa kalktığı anda bis için sahneye geri döndü de, konsere -seyirci açısından- biraz ruh geldi.

the o.c.'nin 2. sezonunu da yarılamış bir insan olarak söylemek isterim ki bu diziyi seyretmiyorsanız müzik adına çok şey kaçırıyorsunuz. modest mouse, the killers, the thrills ve the walkmen (thethethe) canlı sahne görüntüleriyle ve tabii ki dizinin genel şarkı seçimleriyle tam bir pitchfork gibi çalıştığını söylemek isterim. the o.c. mixtapes isimli (şimdilik) 4 tane olan albümleri acilen edinmenizi ve dizinin özellikle 2. sezonunu dikkatle izlemenizi öneririm. (1-2-3-4)

festival demişken, iksv'nin festival anısına sattığı ürünler fazlasıyla keith harring'in işlerine mi benziyor, yoksa sadece bana mı öyle geldi?
13 Temmuz 2005
blogkardeşliği'nin en eğlenceli yanı olan toplantılardan ikincisini pazar günü hellfire'ın müthiş performansıyla yapmış bulunduk. kadıköy'den korkan bir insan olarak, en uygun ve mükemmel yeri bulduğu için şükranlarımı bir kez daha sunuyorum kendisine.

benim tembelliğim yüzünden geç kaldığımız toplantıda insanların soruları, sorunları, bizim dertlerimiz, kutular kutucuklar ve bol bol dizi muhabbeti döndü. bir ara ayakta, herkes bana bakarken ellerim belimde konuşurken buldum kendimi. hiç kimse yabancı değildi, çünkü herkesin ilgi alanını, okuduğunu, dinlediğini biliyorduk ve bunlar hakkında konuşurken oldukça eğlendim. masalar arasında iletişim de oturma düzeni sayesinde maksimum orandaydı. bazı insanları şu anda gerçekten kardeşimmiş gibi bile hissetmeye başladığımı söyleyebilirim. yaka kartı olmayanları el emeği göz nuru kart bile çizdik. toplantı sonrası klasik afacan yemeği kısmını bu sefer egzantirik bir moda restoranında yaptık, tuvaletini görmeyenlerin çok şey kaçırdığını düşünüyorum. ayrıca "plasticwings'te turunculu yazan biri var, kim o?" sorusundan dolayı berk'i tebrik ediyorum.

kim ne demiş bölümü;
blokkardesligi, manhem, hellfire, hippiethat, mtlda, cekirge, derin sular, flickr dünyası.

nikita, çabuk aç o siteyi!
10 Temmuz 2005
lost denen ahlaksız diziye sonunda ben de sarmış bulunmaktayım. asla "her gün bir bölüm izlerim, yavaş yavaş biter ya, n'olcak" denmeyen bir diziymiş. mutlu geçen dakikası yok neredeyse dizinin, sürekli bir gerilim, bilinmeyeni çözme isteği, acaba ne olacak merakı. şu ana kadar bildiğim bütün arkadaşlarım bir oturuşta hepsini seyretmeye adadılar kendilerini. bir kişi dışında hepsi başarılı olup bitirdiler. bense önüme çıkan engelleri bir bir devirip, bir hayli yol katetmiş durumdayım. bu diziyi her hafta televizyonda seyredip de çile çeken amerikan halkı için çok üzülüyorum.

lost-fan sitesi
unofficial forum 1, forum 2
trivia, bunu okumaya cesaret edemiyorum spoiler vardır diye.
i-am-lost, oyun bu da daha çözemedim.
oceanic airlines, en bomba link de bu.
07 Temmuz 2005
istanbul'daki en harika şehiriçi otobüs hattı numarasının sultanahmet-taksim arasında çalışan "T4" olduğuna kanaat getirdim. düşünsenize; "T4'le geldim bugün." bir uçaksavar gemi, jet, bilemedin son model spor araba havası yok mu adında?

iki küçük çocuk

06 Temmuz 2005
bu konsere gidememiş olsaydım ve başkaları gelip ne kadar harika geçtiğini anlatsaydı kahrolurdum. son 1,5 senedir en çok dinlediğim albümlerin sahipleri olan iki norveçli çocuk dün akşam tüm zamanların en şirin konser performansını verdiler. şirin diyorum çünkü iki akustik gitar, bir piyano, bir sessiz sakin adam ve bir geekten oluşan bir konsere başka bir tanımlama yapmak zor geliyor.

erlend øye ve eirik glambek bøe, nam-ı diğer kings of convenience, quiet is the new loud ve riot on an empty street albümlerindeki hemen hemen bütün şarkıları 80 dakikalık konser süresince tabiri caizse şeker gibi çaldılar. ses tiyatrosu'nun oturma düzeni ve caz festivali'nin ağır havası yüzünden insanlar başlarda tepkisiz ve nefes almaktan korkar biçimde izlediler. 2-3 şarkı sonra grup seyirciyle diyalog kurmaya başlayınca aradaki gerginlik kesildi. önlerde oturan ağır amca/teyzelere inat, arkadaki ve localardaki insanlar (nispeten) hareketli şarkılarda ayağa kalkarak, el çırparak, alkış tutarak, ıslık çalarak ve hatta dans ederek şarkılara eşlik ettiler. erlend øye, şarkılarının ve kendilerinin burada bilinmediği korkusuyla geldiklerini, tiyatronun mimarisi ve seyircinin coşkunluğu karşısında etkilendiklerini itiraf etti. hatta seyircilerden birinin sahneye fırlayıp "i'd rather dance with you"da kendisine eşlik etmesine ve hip-hop konseri dansları (kıç sallayıp, yere çömelme) yapmasına bile fırsat verdi.

"similar artists" uygulamasıyla bana bu grubu tanıdan amg'ye, albümlerini türkiye'ye getiren emi'a, konser vermelerini sağlayan iksv'ye ve dün gece işi çıktığı için konsere gelemeyip biletini almamı sağlayan murat bey'e huzurlarınızda teşekkür ediyorum. allah razı olsun.